İSLAM’IN KADINA BAKIŞI

İSLAM’IN KADINA BAKIŞINDAKİ İNCELİK*

 

 

Bismillahirrahmanirrahim. 

Bizleri yoktan var eden, varlığından haberdar eden, insanı erkek ve kadın olarak en güzel bir biçimde yaratan Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve senalar olsun. 

Hz. Adem’den Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya ve son peygamber Hz. Muhammed Mustafa’ya bütün peygamberlere salât ve selâm olsun. 

 

Sayın Başbakan Yardımcım,

Değerli katılımcılar,

Yazılı ve görsel basınımızın kıymetli mensupları, Hanımefendiler, beyefendiler.

Sözlerime başlarken hepinizi saygıyla, sevgiyle, hürmet ve muhabbetle selâmlıyorum. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun.  Diyanet İşleri Başkanlığı olarak beşincisini düzenlediğimiz dinî yayınlar kongremize hoş geldiniz, safalar getirdiniz. 

 

Saygıdeğer Misafirler,

Bütün dini literatürün temel referans kaynağı olarak Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman kadın konusunda neler görürüz?  Yüce Allah, Âdem’i ve Havva’yı yarattı, birini diğerinden değil her ikisini aynı özden, topraktan yarattı. Birini diğeri için değil her ikisini de yeryüzünü birlikte imar etsinler diye yarattı. İkisi birlikte Allah’ın hitabına muhatap oldular, İkisi birlikte şeytana kandılar, biri diğerini aldatmadı, ikisi de birlikte aldandılar. İkisi birlikte pişman olup tövbe ettiler, dünyadaki sorumluluğu da birlikte üstlendiler, ikisi de halife olarak gönderildiler… Allah, kitabında kadınlarla öyle ilgilendi ki bir kadın kocasından şikâyetçiydi, bunun üzerine ‘tartışan kadın’ anlamına gelen Mücâdile suresi nazil oldu.

Ümmü Seleme, Aişe ve Zeyneb bt. Cahş validelerimizin de aralarında bulunduğu muhacir ve ensar hanımlarından oluşan bir grubun Resulullah’a gelerek, “Yâ Resulallah bizler Allah’ın kitabında neden erkeklerle birlikte zikredilmiyoruz. Bizde bir hayır yok mu? Biz böyle bir şeye layık değil miyiz?” şeklinde serzenişte bulunmaları üzerine Ahzab suresinde karşılık verildi. Aynı zamanda bu, Kur’an-ı Kerim’in dilinde cinsiyet arayanlara, onun tek yönlü bir cinsiyet dili kullandığını iddia edenlere cevap oldu. 

Mekke’den, kâfir kocalardan kaçıp Müslümanlara katılmak isteyen, hicret etmek isteyen kadınlarla ilgili ayetler nazil oldu. Bu ayetlerin içinde olduğu sure de kadına nisbetle, imtihan edilen kadın anlamında ‘Mümtehine’ adını aldı. Kur’an’ın en uzun surelerinden biri “kadınlar” anlamına gelen ‘Nisa’ suresi oldu. Kadınlar en özel hallerini dahi Allah Resulü’ne sordular, ayet indi, cevabı Allah’tan aldılar. Kadın Kur’an’da melîke oldu sorgulanmaksızın, övgüye layık Meryem oldu, Asiye oldu…. Kadın ve erkekler birbirlerinin dostları, destekçileri oldular (Tevbe:71). Neticede nikâhtan boşanmaya, mirastan özel hallerine kadar kadınla ilgili her sorunun Kur’an-ı Kerim’de yer bulduğunu görmekteyiz.

 

Kıymetli misafirler,

Ahlâkı Kur’an ahlâkı olan Resûl-i Ekrem (sav)’de de kadına karşı aynı ilgiyi görüyoruz: Sevgili Peygamberimizin kadınla ilgili söz ve uygulamalarına bakıldığında, insan olarak kadını erkekten farklı görmeyen, düşünce ve görüşlerini anlamlı ve değerli bulan, sosyal, dinî ve ilmî platformlarda ona da yer veren ve söz hakkı tanıyan bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sünnet ve hadis literatüründe kadına dair ciltler oluşturacak kadar bilgi ve malzemeye sahip bulunmaktayız. 

Hz. Peygamber, ailesinden olsun olmasın hayatına değen tüm kadınlara karşı saygılı bir tutum içinde davranıyor, onları dinliyor, sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyordu. Kadınların sosyal hayata katılmalarını engellememelerini, onları sözlü veya fiili olarak incitmemelerini, kadınlara Allah’ın verdiği değeri vermelerini istiyordu ashabından. Kadının incinmemesi için çabalayan Hz. Peygamber’in rahmet yüklü bu bakışı, aslında kadın konusundaki yerleşik algılar ve önyargıları tamamen yıkmaya yöneliktir. Hz. Ömer bu yeni durumu Kur’an öncesi durumdan şöyle ayırır: “Biz Cahiliyye döneminde kadınları insan yerine koymazdık. İslam geldi ve bizden onlarla en iyi şekilde ilişki ve iletişim kurmamızı istedi. İşte o zaman biz, onların da bizim üzerimizde hakları olduğunu anladık.”

Şunun da altını çizmek gerekir ki; Kuran-ı Kerim kadın konusunda getirdiği hükümlerin önünü açık bırakmıştır. Hz. Peygamber’in sünneti de bu konuda nasıl bir mesafe katedilmesi gerektiğine dair mühim bir yol haritası olma özelliğine sahiptir. Fakat ahlakî bir tutumun kalıcı olarak yerleşmesi için uzun ve çaba gerektiren bir süreç gerekmektedir. Nitekim Allah Resulü ve bazı ashab dışında, diğerlerinin tüm yönleriyle bu ahlakı içselleştiremediklerinin tanıklığını Hz. Ömer’in oğlu Abdullah şöyle ifade ediyor:

“Biz Peygamber (sas) zamanında hakkımızda vahiy indirilir korkusuyla, hanımlarımıza kaba davranmaktan ve onlara incitici söz söylemekten çekinirdik. Maalesef Efendimizin (sas) vefatından sonra aynı duyarlılığı gösteremez olduk.”

İslam’ın kadın konulu öğretileri ile tarihte ve günümüz toplumlarında egemen olan düşünce, telakki ve uygulamalar arasında derin farklar bulunmaktadır. Kadın ile ilgili sorunlar, kadın hakkında oluşan yanlış düşünce ve telakkiler sadece doğu toplumlarının ya da İslâm toplumlarının sorunu olmayıp aynı zamanda bütün bir insanlığın problemidir. Zira kadın-erkek arasındaki biyolojik farklılığın toplumsal ve kültürel bir farklılığa dönüştürülmesi bin yılların ötesinden günümüze intikal eden zamana ve değişime karşı en dayanıklı bir ideoloji olarak karşımızda durmaktadır.

Ne yazık ki tarih içinde Müslümanlar bizzat Kur’an-ı Kerim’in çizdiği çerçeveyi dahi yakalayamamış, İslâm toplumlarında maalesef Kur’an öncesi kadın telakkileri hayatiyetini, üstelik İslâm görüntüsü altında sürdürebilmiştir. Kadim din ve kültürlerin Müslüman toplumlara tesiri, yerleşik kültür ve geleneklerin dine baskın çıkması, dinin ve dinî metinlerin yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanması yanında, Müslümanların ahlâkî zaafları da bu tür düşüncelerin yaşayıp kökleşmesine zemin teşkil etmiştir.

Tarihsel süreç içerisinde İslam kitâbiyatında kadına dair eserleri gözden geçirdiğimizde, dinimizin genel prensiplerine aykırı, yanlış, eksik, yerleşik kültür ve anlayışların etkisinde kadın aleyhtarlığına dönüştürülebilecek yorumlarda bulunulduğu da bir gerçektir. Çünkü Ortaçağlarda tefsir, hadis, fıkıh literatüründe kadına dair yapılan yorumların büyük bir kısmı, nasların sarih delaletine dayanmaktan çok sosyo-kültürel şartlar muvacehesinde ortaya çıkan toplumsal telakkileri yansıtmaktadır. Bu durum, geleneksel olan ile İslâmî olanı, kültürel olan ile dinî olanı pratik hayatta karıştırdığımız gibi kadına dair kitabiyatımızda da karıştırmaya devam ettiğimizi açıkça göstermektedir. Bilhassa Hz. Aişe’den itibaren hadisçilerimizin bin bir emek vererek isnad ve metin bakımından zayıf ve uydurma olduklarını ispat ettikleri bir takım rivayetlerin popüler vaaz ve irşad eserlerinde şöhret bularak varlıklarını idame ettirmiş olmaları oldukça düşündürücüdür. Özellikle kadının yaratılışına dair hurafeye varan düşünceler, kadına yönelik zayıflık ve eksiklik söylemi, fitne ve fettanlık ithamı, kadını erkek üzerinden değerlendirmeye çalışmak ve bu mukayeselerde Allah ve Resûlü’nün nehyettiği, cinsiyetçilik denilebilecek bir söyleme yer vermek, bunun en bariz göstergesidir. Yine bu yorumların bazılarının da kadim din ve kültürlerden nakledilen yorumlar olduğu açıktır. 

Belki de bunun başlıca sebeplerinden birisi, bu ilimleri kadınlarımızla birlikte inşa edemeyişimizden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın ifadesiyle kadın ve erkeğin, birlikte marufu emreden, birlikte münkeri nehyeden, birbirlerinin velileri olduklarını unutmalarıdır. Hâlbuki İslâm’ın temel öğretileri dikkate alınarak bir okuma yapıldığında kadın ve erkeğin insanlık değeri ve onuru açısından eşit/eş değerli kabul edildiği izahtan varestedir.

 

Kıymetli Misafirler,

Bu gün Türkçede “yazın” denilen alan, geleneksel olarak “edebiyata” ya da batılı anlamda “literatür”e tekabül etmektedir. Edebiyat edeb, âdab kavramlarıyla iç içe bir kavramdır. Bu kavramın tedâi ettirdiği bir anlam zenginliği ile karşı karşıyayız. Fakat ben konumuz açısından sadece şu hususu belirtmekle yetinmek istiyorum: Edeb, güzellik ve zarafet demektir. Güzelliği, inceliği ve zarafeti satırlara dökmeye namzet olan edebiyatın kadını göz ardı etmesi gayet tabii ki düşünülemez. Nitekim, genel manada baktığımızda, kadının edebiyatımızın vazgeçilmez unsurlarından biri olduğu görülmektedir. Kadınların haberlerini anlatan İbnü’l-Cevzînin Ahbâru’n-Nisâ’sı gibi pek çok eser okuyucusuna zaman zaman nükteli, zaman zaman hikmetli kapılar açmıştır.

Dinî literatüre gelindiğinde, bizim bu literatürü hadislerin tedvininden başlatmamız mümkündür. Zirâ kelâm-ı ilâhî hiçbir zaman için bir literatür çerçevesinde değerlendirilmemiştir. Hadis kitaplarında kadınların çeşitli açılardan mevzubahis edildiği binlerce rivayete rastlamak mümkündür. Hayatın tabiî akışı içerisinde kadınların karşı karşıya kaldığı bir çok hal ve durum yine bir kadın tarafından büyük bir cesaretle Hz Peygamber’e arz edilmekte ve Hz peygamberin bu sorulara verdiği cevaplar büyük bir titizlikle sonraki nesillere nakledilmektedir. Hatta bu hadisleri rivayet edenlerden önemli bir kısmının da yine bir kadın olduğu görülmektedir. 2210 hadis rivayet eden Hz. Âişe, sahabe içerisinde en çok hadis rivayet edenlerden (muksirûn) biridir. Özellikle kadınları konu alan bu hadisler, Hz. Peygamber’in ve İslâm’ın kadına bakışı noktasında çok önemli birer kaynaktır. Çünkü bu hadisler herhangi bir kurguya dayanmamakta, aksine doğal bir şekilde cereyan eden bir hadisenin herhangi bir sansüre tabi tutulmadan nakledilmesinden ibarettir.

Hadisleri ihtiva eden eserlerin yazımında çeşitli yöntemler takip edilmiştir. Konunun detaylarına girmeyerek şunu belirtelim ki; hadislerin tasnifînde ya konular ya da râvîler başlığa taşınmıştır. Dolayısıyla, kadınlarla ilgili her türlü rivâyet, ilgili konu başlığı altında rivayet edilmiştir. 

Aynı şekilde râviler esas alınarak yapılan tasniflerde de hanım râvilerin rivayetlerine de eksiksiz bir şekilde yer verilmiştir. Bir “tespit ve saptama” ilmi olarak isimlendirebileceğimiz ilm-i hadis, asr-ı saadetteki kadının yerini, önemini, sorularını, sorunlarını, ihtiyaçlarını adeta bir fotoğraf sadakatinde gözlerimizin önüne koymaktadır. Fakat, zaman içerisinde ilimlerin farklı branşlara ayrılması ile birlikte, kadının giderek hukukî hükümlerin bir sûjesi olmak itibariyle ele alındığını görmek mümkündür. Özellikle ataerkil yapının ve örfün bu yaklaşımdaki etkisi göz ardı edilemeyecek derecede fazladır. Bu, önemli bir kırılma noktasıdır. Kadını, sadece hukûkî ve ahlakî mes’uliyetleri açısından ele almak, onu “vazife” kavramı çerçevesinde değerlendirmek bir takım sorunları beraberinde getirmiştir. Vazife konsepti çerçevesinde muhatap alınan kadın ise çoğunlukla “anne” değil; “eş” olmuştur. Bizler müminler olarak, muhatabımız cenneti ayaklarının altında bulacağımız bir “anne” olduğunda farklı; muhatabımız bir “eş” olduğunda farklı davranamazdık. “Anne” ile “eş”in aslında aynı kişiler olduğunu fark etmeliydik. Nitekim bu konuda oluşturulan literatürümüzün İslam nokta-i nazarından sürekli tasaffî ettiği, toplumun geldiği nokta ile doğru orantılı olarak geliştiği söylenebilir.  

 

Saygıdeğer Misafirler,

Fakat, modern döneme yaklaşıldığında kadının Müslüman toplumlarda yaşadığı çeşitli sıkıntılar ve bu sıkıntılara yol açtığı iddia edilen kitâbiyat çok ciddi tartışmalara sebebiyet vermiştir. Bu kitabiyatta resmedilen kadın, bir rahatsızlık sebebi haline gelmiş yahut getirilmiştir. Kadın konulu eserler, doğal sınırlarını ve pratik çerçevesini aşarak daha geniş bir zihniyet ve medeniyet meselesi olarak ele alınıp tartışılmaya başlamıştır. Batının İslam’la ilgili geliştirdiği anlayışta, kadın meselesi araçsallaştırılmış, kadının İslam’daki yeri parçacı bir yaklaşımla ele alınarak ve abartılarak İslam imajını zedeleyecek bir resim oluşturulmaya çalışılmıştır.

Bildiğiniz gibi, kadın konusu ve kadına bakış, modern dünyada en önemli medeniyet kriterlerinden biri olarak görülmektedir. Dinler, sistemler, ideolojiler hatta topluma mal olmuş bireyler, kadın konusundaki yaklaşımlarına göre, bir modernlik ve medenilik değerlendirmesine tabi tutulmaktadır. Bu durumda kadın, kadının sorunları, ihtiyaçları ve hakları gibi samimiyetle ve hassasiyetle ele alınması gereken konular, medeniyet adına gerçekleştirilen bir yargılamanın vesilesi ya da siyasal bir ötelemenin vasıtası kılınabilmektedir. Bu açıdan kadın konusu, birilerinin başkalarına not verdiği bir alan olmaktan çıkarılmalıdır. 

Bu konu sosyal, kültürel, dinî ve ahlakî farklılıkları dikkate alan bir yaklaşımla değerlendirilmelidir. Bu konuda, hatta hiç bir konuda, bir medeniyetin kendi perspektifini başkalarına yegane hakikat olarak sunma hatta dayatma hakkı olamaz. Doğrusu, kadın konulu yazılar ve yayınlar son iki asır içerisinde ayrı bir ivme kazandı. Bunun neticesinde söz konusu literatürün hacminin önceki dönemle mukayese edilmeyecek derecede genişlediği hepimizin malumudur. Ancak bu literatürü oluşturan yayınların, kadın sorunlarına ne derece dokunabildiğinden emin değilim. Hatta bu yayınların temel gayesinin kadın sorunlarına ve ihtiyaçlarına yönelik çözümler getirmek olduğundan da aynı şekilde emin değilim. Çünkü, daha önce de belirttiğim gibi bu yayınların önemli bir kısmı, kadın konulu gibi görünse de, aslında kadın konusu üzerinden yapılan ve örneklerini başka alanlarda da gördüğümüz başka bir rekabetin ya da mücadelenin birer yansımasından ibarettir. Bir tarafta, kadın örneği üzerinden

İslâm’a ve İslam medeniyetine belirli bir değer yargısı yüklemeye çalışan bir hareket… Diğer tarafta ise bu hareketin, İslam kültür-medeniyetini kadın üzerinden dönüştürme projesi olarak algılayan savunmacı yayınlar. Doğrusu Müslümanlar tarafından, kadın hakları, kadının toplumdaki yeri ve statüsü vb konularda yapılan bu yayınları da iyi değerlendirmek gerekir. 

Zira kanaatimce bu yayınların gerçek muhatabı, kadınlar değildi. Bu eserlerin misyonu ise kadınları anlamak ya da onların dezavantajlı durumlarını telafi etmeye çalışmaktan çok; kadın konusu üzerinden gerçekleştirildiği düşünülen bir “komplonun” bozulması idi. 

Buna göre, karşılıklı olarak oluşan iki cepheden biri “kadının özgürleştirimesi (tahriru’l-mer’e) diğeri ise “komplo” (muâmera/teâmur ale’l-islâm) söylemlerini ön plana çıkarmışlardır. Gerek Arap dünyasında (özellikle entelektüel tartışmaların daha yoğun bir şekilde yaşandığı Mısır’da) gerekse Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmanın son derece canlı olduğunu görmekteyiz.

Osmanlının son dönem fakihlerinden Mahmut Es’ad Seydişehrî’nin “Tesettür-i Nisvân Meselesi Hakkında Son Söz” başlıklı makalesinde şu satırlara yer vermektedir:

“İlan-ı Meşrutiyet'ten beri "kadın" meselesi güya tesettür meselesinden ibaret imiş gibi, sürekli bu mesele ile iştigal edildiğini ve her eline kalem alanın muhakeme yürütmeye kalktığını görüyoruz. Bu bâbda o kadar çok söz söylenilmiş ve yazılmıştır ki, artık kadrı marufunu [normal sınırını] geçmiş ve herkese usanç gelmiştir. Hem de bu meseleyi mevzubahis edenler, zannediyorum ki, hiç kendilerine taalluku [ilgili] olmayan bir şey ile meşgul oluyorlar.”

“Böyle şekle ait bir mesele ile senelerce uğraşmaktan ne çıkacağını anlamıyorum. Beş senedir bununla iştigal ediliyor, bir faide-i ameliyesi [pratik bir faydası] görüldü mü?

Nisvânımız bir hatve [adım] olsun ilerlemesine tesiri oldu mu? Alelhusus şeran hallolunmuş bir şeyi yeniden hal ile uğraşmak tahsîlü'l-hasıl [kazanılmış olan] kabilinden değil midir?”

“Lakin, biz acayip adamlarız. Esası bırakır, şekil ile uğraşırız dururuz. Bu ise havanda su dövmek kabilindendir. Zannımca halledilmesi lazım gelen mesele nisvânın talim ve terbiyesidir. İşte, Allah'ın ve Resulünün emreylediği budur. Bununla ne kadar iştigal edilirse o kadar değeri vardır”.

 

Kıymetli Misafirler,

Modern zamanlara gelindiğinde, Müslüman yazar, âlim ve entelektüeller kadın konusunda bir düşünce ve söylem kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Dünyanın batı yakasında, küresel siyasetin aktörleri yeni bir İslam imajı oluşturmak için kadın konusunu özel olarak belirleyip, bunun üzerinden İslam’a saldırınca, söz konusu kriz daha da büyümüştür. 

Kadın konusunu sürekli bir başka kültür ve medeniyet tasavvuru üzerinden izah etmeye kalkışmamız, dinî metinleri ve dinî gelenekleri savunmacı bir mantıkla ele almamız/yorumlama çabalarımız, bahsi geçen krizin asıl sebebini teşkil etmiştir. 

Özellikle son iki asırdır İslam Dini hakkında yanlış bir algı oluşturmak isteyenlerin ilk olarak İslam’ın kadın tasavvuru ve bu tasavvur bağlamında kadınların bireysel ve toplumsal durumlarını metodik ve bilimsel bir yaklaşımdan uzak bir şekilde ele alan yayınlar yaptıkları aşikârdır.

19. Yüzyıl birçok konuda olduğu gibi “kadın” konusunda da bir kırılmanın yüzyılı olmuştur. Bu kırılma hem oryantalist yazında hem de kendi içimizde görülür. Onların bizimle ilgili bakışlarında kırılan bir bakışı benimsedik kendimizle ilgili olarak ve modernleşme tarihimiz bir anlamda bu oryantalist önyargılara cevap üretmekle geçti. Ne yazık ki bu da polemik türü bir edebiyat olmaktan öteye geçememiş ve hikmetli bir reddiye literatürü oluşturamamıştır. Ayrıca yazılan eserler anlayıcı tahlillere dayanmaktan öte, protez bir dil kullanıldığı için sadra şifa vermek yerine, tepkisel analizlere mahkûm edilmiştir. Hali hazırda bu literatür günümüzde İslamofobinin de en önemli malzemeleri hâline gelmiştir. 

18. Yüzyıl sonlarına kadar batılı seyyahların kalemi Müslüman kadınları genel olarak saygılı ve takdir eden bir üslup ile anlatırken; bu tarihten itibaren batılı kalemlerin ekseriyeti şu genellemeyi yaptı: “İslâm, özünde kadınlar için baskıcı bir niteliğe sahiptir; peçe ve haremlik/selâmlık ayrımı bu baskının en bariz göstergesidir; zaten İslâm toplumlarının genel ve gözlenebilir geriliğinin sebebi de bu geleneklerdir.” “Ezilen kadın”, Doğuyu ötekileştirerek kendini inşa etme çabasında olan Avrupa’nın en fazla kullandığı imge oldu. Meşrutiyet döneminde “batıcılar” bu görüşü genel itibariyle benimsediler. Onların kalemine göre Türkiye’nin geri kalmasının başlıca nedeni kadınların aşağı durumudur. Bunun sorumlusu da din ve din adamlarıdır. Dönemin “İslâmcılar”ı da Batıcılık karşıtı politikalarını “kadın” üzerinden yaptılar. Aile hukukunun İslâmî prensiplere göre yeniden düzenlenmesi ve kadının eğitiminin, kadınları kamusal alana sokmayı değil, daha sağlıklı ve dindar nesiller yetiştirmeyi amaçlaması gerektiğini savundular. Bu düşünürler, kadınların ev hayatıyla sınırlandırılmasını talep ettiler. Kadını tesettür, iffet ve mahremiyet odaklı bir yazına hapsettiler. Bu iki zıt kalemin dışında kadın konusunda kısmen tarafsız yazabilen birkaç kalem de vardı elbette. 

Karşılıklı tepkiselliklerle ortaya çıkan savunmacı yazın, başarılı bazı kalemlerin dışında günümüzde de devam ediyor. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren “kadın” konulu kitap ve dergilerin çoğalmasında bu savunmacı tutumun etkisi vardır. Zira bu dönemden önce kadınlar literatürde “kadın” oldukları için değil, erkeklere oranla az da olsalar, yaptıklarından dolayı yer aldılar. Örneğin, Mehmed Zihni Efendi, Maarif Nezareti’nin Dar’ül-Muallimat’ta okutulmak üzere sipariş ettiği Meşahirünnisa isimli ansiklopedik biyografisinde Suyutî’nin hocaları arasında sayısı onu geçen kadın ismini zikrederken hayrete düşmez. Buna göre bu alanlarda kadınların varlık göstermesi normaldir veya üzerine özel vurgu yapılmasını gerektirecek bir kadın söylemi henüz kullanımda değildir. Zihni Efendi’den yüz yıl sonra Muhammed Ekrem Nedvî de kadın âlimlerle ilgili bir araştırma yapıyor. 40 cildi bulan 8000 kişilik biyografi toparlıyor. Çalışmasının ancak mukaddimesini bir cilt olarak Al-Muhaddithat: The Women

Scholars of Islam ismiyle yayınlayabiliyor. Bu ilk ciltteki bir örnek çarpıcıdır: 13. yüzyılda yaşamış Fatıma binti Sa’d’ül-Hayr’ın, İspanya’nın Valensiya kentinden Çin’e kadar ilim yolculuğu yaptığı aktarılmış. Üstelik bu yolculuk, ana duraklarını (Kahire, Şam, Bağdat, İsfahan, Rey, Nişabur, Tus, Buhara, Semerkant, Kaşgar) gösteren haritayla belgelenmiş. “Tarihin kadınları”nı tarafsız olarak aktaran bu ve benzeri örnekler fazla değil.

Günümüzde kadınla ilgili yaygın şu üç perspektifle üretilmiş yazınla karşı karşıyayız: Birincisi meseleleri kadın sorununa indirgeyen cinsiyetçi perspektif; ikincisi meseleleri dinin, özellikle İslâm’ın kadınla sorunlu olduğu noktasından gören oryantalist ve neooryantalist perspektif; üçüncüsü de “İslâm kadına tüm haklarını vermiştir” diyerek çağdaş problemleri görmezden gelen perspektif. Müslümanlar olarak bizim bu üç bakış açısının dışında, fakat onları da gören, kapsamlı ve kriterlerini kendi kaynağından alan bir bakışla yeni çalışmalar yapmamız gerekiyor. Tanzimat’tan bu yana içine düştüğümüz savunmacı yaklaşımlardan ve sosyal gerçekliğe hapsolmuş tutumlardan kurtularak eğrisiyle doğrusuyla tarihimize bakabilmeliyiz.  

Günümüzde ortaya çıkan sorunların çözümünde, İslam’ın kaynaklarını oluşturan metinler üzerinden sözünü ettiğimiz bakış açılarıyla yapılan tartışmaları sürdürmek yetersiz kalmaktadır. Bir zihniyet dönüşümü için öncelikle meselenin akademik boyutunda çok daha kapsamlı ve sarih çalışmalara ihtiyaç duyuyoruz. Bu çalışmaların desteklenmesi, tarihteki kadın yazınının gün yüzüne çıkarılması, dahası bugüne ilişkin savunmacı ve cinsiyetçi perspektiften uzak yeni bir söylem üretilmesi gerekiyor. 

Bu nedenle İslâm tarihi içinde kaynak metinlerden üretilen yorumların uygulandığı kazâî durumlara, yaşanmışlıklara bakmak yerinde olacaktır. Bu konuda yapılmış çalışmalar kadınlarla ilgili ufuk açıcı örnekler sunmaktadır. Bu bağlamda farklı dillerde yapılmış çalışmaları da dikkate alarak, hatta bir kısmını tercüme ederek yeni çalışmalar yapılmalı, bunlar yayınlanmalıdır. Ayrıca yaşamlarının birer izlek olabilmesi için kadınlar da vardı demek için değil- bir kadın ansiklopedisi ve benzeri ansiklopediler hazırlanabilir, Nedvî’nin 40 ciltlik biyografi birikimi tercüme edilerek yayınlanabilir. Bunun için yayınevlerimize de görev düşüyor. 

İslâm’da kadın konusunu izah etmek için, artık eski kültür ve medeniyetlerde kadının ne kadar insanlık dışı muamelelere maruz bırakıldığını anlatmaktan vazgeçmeli, bunun yerine İslâm’ın kadını nasıl mücerret bir cinsiyet konusu olmaktan çıkardığını, kadın konusunda insan düşüncesinde nasıl bir sıçrama meydana getirdiğini, Hz.Peygamber’in hayatıyla sınırlı olmayan daha uzun vadeli hedefleri nasıl gösterdiğini ancak dürüstçe bir özeleştiri yaparak, tarih içinde -bırakınız o hedeflere yürümeye- Hz. Peygamber dönemindeki iyileştirmeleri dahi nasıl kısmen kaybettiğimizi görebilmeliyiz. 

 

Sonuç olarak hem Kur’an-ı Kerim’de hem de Hz. Peygamber’in bize miras bıraktığı sahih hadis öğretilerinde kadın diye özel bir konu olmamıştır. Erkek diye bir konu olmadığı gibi. Kadın konusuna da cinsiyet başlığı altında değil, eşref-i mahlûk olan insan başlığı altında yer vermiştir. Çünkü hem Kur’an’ın hem de Hz. Peygamber’in konusu kadınıyla erkeğiyle insandır. Aynı şekilde modern zamanlara kadar İslâm literatüründe ‘İslâm’da Kadın’, ‘Kur’an’da Kadın’, ‘Sünnette Kadın’ yahut ‘İslâm’da Erkek’, ‘Kur’an’da Erkek’, ‘Sünnette Erkek’ diye bir konu da olmamıştır. Tarihten tevarüs ettiğimiz yanlışlıklar modern zamanlarda ciddî bir sorunsala dönüştükten sonradır ki bu alanda bir literatür oluşmaya başlamıştır.

Biz Müslümanların, bugün kadın ve sorunları konusunda düşünce üretip kalem oynatırken Kerim Kitabımızın tohumlarını ektiği, Resûl-i Ekrem’in Medine’de yeşerttiği ezeli hikmet ve mutlak hakikat ölçülerini esas almak ve insanlığa bu esasları takdim etmek temel ilkemiz olmalıdır. 

Son olarak, her ne kadar kongremizin başlığında “kadın konulu dinî yayınlar” ifadesi yer alsa da, biz kadından sadece bir “konu” olmak itibariyle değil, aynı zamanda bu yayınların üretimine aklını ve yüreğini katan aktif bir “özne” olmak itibariyle de bahsetmeliyiz. 

Kadınlarımızın üretkenliklerini arttırmalarının yol ve yöntemleri üzerinde durmalıyız. Kadınların üretime katılmaları, onların bu işten eksik kalmamaları adına söylenmiş bir söz değil; bizim onların katkılarından eksik kalmamamız adına söylenmiş bir sözdür.

Sözlerime burada son verirken Başkanlığımızca düzenlenen “Kadın Konulu Dini

Yayınlar” temalı bu kongrede ele alınacak konuların bu konuda sahada yapılacak akademik çalışmalara ufuk açmasını, yerleşik olumsuz kadın algısının dönüşümüne, kadına karşı yapılan cinsiyet ayırımcılığı ve şiddetin önlenmesine katkı sunmasını ve kongremizin hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

 

 

*V. DİNİ YAYINLAR KONGRESİ AÇILIŞ KONUŞMASI,

2-4 Aralık 2011 Dedeman-Ankara